Kırk üç yıl geçmişti aradan lakin ne bir yorgunluk vardı üzerinde ne bir bitkinlik ne de bir ümitsizlik eğer varsa ki üzerinde bir şey, kesinlikle kırk üç yıl ağ sallamak ve kürek çekmekten ötürü nasırlaşmış elleridir. Nazif Bey yıllar geçse de bu durumdan hiç şikayetçi olmadı ta ki onun kürek sallama gücünü elinden alacak, bir daha dedesinden yadigar kayığına binecek cesareti göstermesine izin vermeyecek, yılların sevdasını içinde bitirmesine sebep olacak o olaya kadar.
İki tane torunu vardı, canından çok sevdiği, annesi ve babasını bir yangında kaybeden, iki tane kız torunu vardı Nazif Bey’in. Nazif Bey eşi Yaren hanımı da yıllar evvel kaybetti. Kaybettiklerinden geride kalan belki de yaşaması için bir sebep oluşturacak hayata tutunmak için bir dal olacak hediyeleriydi, o hediyeler, 1928 yılında dedesinin yaptığı beyaz kayığı ve kızından kalan o iki kız torunundan başka bir şey değildi. Torunları dedesinin kayığını çok severdi, her fırsatta ‘’ Hadi dedecim bizi kayıkla gezdir.’’ derler. Dedesi ise bu nidalara cevapsız kalmazdı, hep gezdirirdi onları asla üzmezdi bir dediğini iki yapmazdı torunlarının çünkü o miniklerden başka bir dalı yoktu ki belki de azalmış ömrünün uzamasına sebep olan onlardı. Bir Salı günüydü, küçük kızlardan yine büyük bir heyecanla istek geldi kayıkla gezmek için Nazif Bey yine kırmadı onları ve beraber balık tutmaya gittiler. Her şey çok güzeldi başlarda ama İzmir’in Karaburun’u birden dalgasını göstermeye başladı, hava kapandı, kasvetli bir ortam oluştu birden, o küçük kızların gördükleri leylekler -leylekler ki onları anneleri babaları zannederlerdi de Nazif Bey hep tebessüm ederdi bu duruma- masmavi gökyüzü ve denizle olan gezilerinden eser yoktu. Korkuyorlardı. Çok uzaktalardı kıyıdan, sağ salim dönmeleri pek de mümkün değildi kayık oradan oraya savruluyordu. Küçük kızlar Nazif Beyin kollarında ağlıyorlardı. Onların ağlaması demek Nazif Beyin gönlünde ki okyanusun da tsunaminin olmasıydı. Birden ayağı kalktı bir battaniye verdi üzerlerine kayığın dengesini sağlamaya çalışıyordu manevralarla. Artık Nazif Bey’in gücü tükenmeye başladı kızların gözyaşları denize karışmaya mahkumdu, belki de ailesinin ateşini bu deniz ile söndürmeye çalıştılar. Kayık ne yazık ki ters çevrildi dalgaların dileği ile… Nazif Bey’in kaderi buydu hayatta o da hayatta hep bir şeyleri kaybetmekti, onları da kendi elleriyle toprağı verdi. Nazif Bey yine çok güçlüydü zira ona denizler yıllar boyu bir sabır aşılamıştı ama zamanı geldi bir daha ne koca bir deniz ne kayığını görmek istedi ne de kayığının küreğini çekmek istedi.
On üç yıl geçti kayık faciasının üstünden eğer olsalardı bugün 18 yaşına gireceklerdi. Nazif Bey kendini hep ihanet eden biri olarak hissetti emanete hıyanet eden, ayakta bile zor duran biri olarak hissetti. Nazif Bey bir gün hepsi çıkar gelir diye bekledi, ne gelen var ne giden asla unutmadı unutamadı yaşadıklarını. Uzun bir aradan sonra kayığının yanına gitti ölmeyi beklerken yatağından ayaklanıp. Kaldırdı kayığın üstündeki örtüyü şöyle bir baktı geçmişine sanki içinde bir eksiklik vardı, denize karşı bir borcu vardı Nazif Bey’in ya da deniz onu çağırıyordu. Aldı eline bir boya kayığını başladı boyamaya. Siyah da bir şerit çekti bir yas edasıyla Hanımı da unutmadı onun da ismini yazdı büyük harflerle ‘’YAREN’’ hem kayığının adı da Yaren’di zaten. Lakin o kayık ona bir zamanlar yar değil ağyar olmuştu. Çıkardı suyun üzerine kayığı denizin çağrısına doğru ilerledi gözlerinden yaşlar akıyor bir taraftan da kürek çekiyordu.
Nazif Bey toparladı kendini gözyaşlarını sildi gülmeye başladı, mutluluğu yüzündeki ifadesinden çok net anlaşılabilirdi zira iki beyaz leylek yanaştı kıyıya sanki selam verdiler ona. Belki de onlardı leylekler diye düşündü birden, ‘’ama’’ dedi, ‘’Madem leylektiniz ne için varmadınız yanıma şimdiye kadar?’’ Nerde olduğumu bilmediğiniz için mi yoksa bu mavi denize geri dönebileyim diye mi? O eski Nazif Bey eskiye geri döndü, şimdi her gün leylekleri görmek için ömrünü mavi, sakin dalgaların dileğine bıraktı.
Güzel..
Devamıza yazılırsa daha iyi olut